Turhal Masaj Salonu Hizmeti – Masör Ece
Turhal Masaj Salonu Hizmeti – Masör Ece
Turhal Masaj Salonu olacak olan Robert Garric, tüm kuşTurhalrın ötesinde ruhsal sağlamlığa varmış bir Katolik olarak, sonsuza dek lanetlenmeden de edebiyat öğrenimi yapmanın olanaklı olduğuna inandırmış Mösyö Mabille’i. Böylelikle bütün isteklerim gerçekleşiyor demekti: Önümde yepyeni bir yaşam uzanıyordu; ve bunu yine Zaza ile paylaşacaktım. Yepyeni, değişik bir yaşam. OTurhal ilk başladığım günden daha heyecanlıydım. Ölü yaprakların üzerine uzanmış, bağların insanı tutTurhalra salan renklerine dalıyor, bir yandan da yalın iki sözü yineleyip duruyordum: sav, doktora, tez, doktora. Tüm engeller, hapishanelerin tüm duvarları yıkılıyordu. Yürüyor, berrak bir gök altında, yaşamın gerçeklerine doğru ilerliyordum.
Turhal Masaj Salonu olanaksız bir düş olmaktan çıkmıştı: Dokunuyordum, elimi uzatsam tutuverecektim. Dört ya da beş yıl okuyacaktım. Sonra kendi ellerimle kuracağım, biçimleyeceğim koskoca bir yaşam yolu başlayacaktı. Yaşantım, güzel bir hikâyenin gerçeğe dönüşmesi olacaktı; yürüdükçe oluşturduğum bir hikâyenin. ÜÇÜNCÜ KİTAP Yeni yaşamcığıma, Saint-Genevieve kitaplığının merdivenlerini tırmanarak adım attım. “bayanlara mahsus” bölümünde yerimi aldım. Cours Desir’deki benzer biçimde suni maroken kaplı, kocaman kara bir masaya oturdum ve kendimi bir anda insanlık Komedisi ile Yetenekli Bir insanın Anılan ortasında buldum. Karşımda, kuşlarla süslü devasa bir şapka giyen orta yaşlı bir hanım oturmuş, Resmi Gazete arşivlerini karıştırıyordu.
Turhal Masaj Salonu
Turhal Masaj Salonu kendine söyleniyor, gülüyordu. O zamanlar, dileyen kitaplıktan yararlanabilirdi. Her türlü sapık, serseri, burayı sığınak gibi kullanırdı. Kendi kendilerine konuşur, şarkılar mırıldanır, kuru ekmek kırıntıları yerlerdi. Bir tanesi, başına kâğıttan bir şapka geçirir, bir aşağı bir yukarı volta atardı. Eski okulumdaki “konferans ve inceleme salonu”nun çok haricinde buluyordum kendimi burada; en sonunda kendimi gerçek yaşamın gürültü ve patırtısı iTurhal Yakası atmıştım, “işte böyle! Artık yüksekokul öğrencisiyim!” diye yineliyordum kendi kendime. Sırtımda İskoç desenli bir giysi vardı. Yeniydi ve bana gore dikilmişti. Eteğini de ben bastırmıştım. Kitaplıkta dolaşır, kitap kataloglarını karıştırırken, son derece güzel olduğuma inanıyordum bu giysiler içinde.
O yılın ders programında Lucretius, Juvenal, Heptameron ve Diderot vardı. Eğer bazı belirli mevzularda annemlerin dilediğince saf kalmış olaydım, büyük bir şok olurdu benim için. Onlar da fark ettiler bunu. Bir öğle sonu çalışma odasında tek başıma otururken, annem girdi odaya, geçti, karşıma oturdu. Bir süre durakladı, kızardı bozardı, sonra “Bilmen ihtiyaç duyulan bazı şeyler var” dedi. Ben de kızardım. Çabuk çabuk “Ben hepsini biliyorum, ” diye cevap verdim. Nereden öğrendiğimi araştırmadı ve bu mevzuşma bu kadarla kalarak, ikimizi de tedirginlikten kurtardı. Birkaç gün sonrasında, annem beni odasına çağırdı. Utana sıkıla, “din konusundaki görüşlerimin” ne işe yaradığını sordu. Yüreğim çarpmaya başladı. “Bir süre var ki, Tanrıya inanmıyorum, ” dedim. Suratı asıldı. “Zavallı yavrum!” dedi. Kardeşim, mevzuştuklarımızı duymasın diye kalktı, kapıyı kapattı. Sonra yalvaran bir sesle, Tanrının varlığının bir gerçek bulunduğunu anlatmaya başladı. Birden, gözleri yaşlandı ve umutsuz bir el hareketi yaparak sustu. Onu incittiğim için üzülmüştüm. Fakat bir yandan da rahatlamıştım. Artık, maskesiz, saklısız gizlisiz yaşayabilecektim. Bir akşam üstü otobüsten inerken, bir de baktım, Jacques’ın arabası kapının önünde.








Son yorumlar